22 Ocak 2017 Pazar

Mehmet Şakir Ülkütaşır

Mehmet Şakir Ülkütaşır Türk halkbilimcidir. İstanbul’da doğmuştur. Lise derecesinde mesleki öğrenim görmüştür. 1918 yılında İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nde tarih, felsefe, psikoloji, edebiyat derslerini almıştır.

İlk yazısını 1920 yılında Sinop'ta yayımlamıştır. Bir süre öğretmen ve memur olarak çalışmıştır. 1917’de Maraş İdadisi’nde biyoloji, botanik ve jeoloji dersleri yanında fizik, kimya ve müzik dersleri de vermiştir. Maraş’ta iken 1915-1918 yılları arasında halk dilindeki öz Türkçe sözleri, mani, türkü ve masal gibi sözlü halk kültürü ürünlerini derlemiştir.

Özellikle eski dönem Türk yaşamının incelenmesi üzerine çalışmaları vardır. Ziya Gökalp’ın yayınları onun ruh ve düşünme gücünde yaratıcı bir güç olmuş, Fuat Köprülü’nün yazıları ise onu bilimsel Türkçülük alanına kaydırmış, fikir hayatına yeni ve daha bilinçli bir yön vermiştir. 1982 yılında vefat etmiştir.

Eserleri
Başlıca yapıtları arasında
  • Atatürk ve Harf Devrimi - Mehmet Şakir Ülkütaşır
  • Sinop Vilayeti: Tarih, Coğrafya ve Halkiyat Tetkikleri (1926),
  • Sinop’ta Candaroğulları Zamanına Ait Tarihi Eserler (1934),
  • Türkiye Etnografya ve Folklor Sözlüğü (1937),
  • Türk Halk Bilgisine Ait Araştırmalar (1938),
  • Cevdet Paşa (1945),
  • Uluğ Bey (1946),
  • Babur Şah (1946),
  • Büyük Türk Dilcisi Kaşgarh Mah-mud (1946, 1972),
  • Türk İslam Geleneğinde Ağaç (1963),
  • Nasreddin Hoca (1964, Cahit Öztelli ile birlikte),
  • Cumhuriyetle Birlikte Türkiye’de Folklor ve Etnografya Çalışmaları (1972) sayılabilir.

Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

Tekkeler, tarikat mensuplarının oturup kalkmalarına, ibadet yapmalarına mahsus yerler olup, bunların küçüklerine zaviye deniliyordu. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Anadolu'nun Türk kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan tekkeler daha sonraki yüzyıllar içerisinde asıl fonksiyonlarını yitirmişlerdir. Toplumsal anlamda birlik ve beraberliğe zarar verecek bir niteliğe gelmişlerdir.
Düşünsel olarak insanların her hangi bir üretim içinde olmadığı, insan zamanının büyük oranda harcandığı tekke ve zaviyeler adeta çalışmadan yaşayan insanların toplandığı yerler haline dönüşmüşlerdir.
Bir takım tarikat mensuplarının halkın inançlarını istismar etmesi, maddi olarak haksız kazançlar sağlamaları, ilmi ve dini temele dayanmayan hurafeler üzerinden insanlar üzerinde baskı kurmaları tarikatları çöküntüye uğratmıştır.
Çağdaş bir devlet ve toplum düzeni kurmak isteyen ülke yönetimi, olumlu fonksiyonları kalmamış olan bu kurumlardan en kısa zamanda kurtulması gerektiğine inanıyordu. ATATÜRK de tarikatların, Türk milletini istismar etmelerini engellemek için toplumsal dayanışma, birlik ve beraberlik duygusunu zedeleyen bu yapıların kaldırılmaları gereğini belirtmiştir.
ATATÜRK bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle ifade etmişti: "Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

TBMM 30 Kasım 1925 tarihinde kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapanmasını, türbedarlıklarla bir takım unvanların yasaklanmasını kararlaştırmıştır.
Bu Kanun, Allah ile kul arasına giren istismarcıların işine son verdiği ve vicdanlara yapılan dinsel baskıyı ortadan kaldırdığı gibi Türk toplumunun birlik ve beraberliği ile toplumsal dayanışmasının önündeki engeli de ortadan kaldırmıştır.

Kadın Hakları

Toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerden birisi de kadının toplumda hak ettiği yeri almasıdır.
Eski toplumsal yapıda kadına verilen değerin yanlış olduğunu ve Türk kadınının toplumda yer almasının gereğini ATATÜRK şu sözleriyle anlatmıştır:
"Bir toplum, bir millet; erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkân bulabilsin? Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına birlikte kesin aşamalar yaptırmak lazımdır. Böyle olursa inkılap başarılı olur."
17 Şubat 1926'da Medeni Kanun'un kabul edilmesi kadın hakları alanındaki en büyük inkılâplardan biridir. Bu kanunla;
Ailede kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik çok önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir.
Birden fazla kadınla evlenmeye son verilmiş ve boşanmalarda kadınlar da söz ve hak sahibi olmuşlardır.
Kız ve erkek çocukların mirastan alacakları paylar eşit duruma getirilmiştir.
Daha sonra tanınan siyasal haklarla Türk kadınları demokratik hayattaki yerlerini almaya başlamıştır.
3 Nisan 1930'da belediye, 26 Ekim 1933'te köy muhtar ve heyetleri, 5 Aralık 1934'te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.
Cumhuriyet ile birlikte her türlü eğitim ve öğretim, hatta iş hayatının kapıları kadınlara ardına kadar açılmıştır.

Yeni Türk Devleti'nde kadınlara sosyal, kültürel hakların yanında, siyasî haklar da birçok uygar ülkeden önce tanınmıştır. Örneğin Fransa ve İtalya'da kadınlara 1946'da seçme ve seçilme hakkı tanınırken Türk kadını bu hakları, ATATÜRK devrimleri sayesinde çok daha önceden 1934'te elde etmiştir. 1935 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM'ye 18 kadın milletvekili girmiştir. Böylece Türk kadını asırlarca ihmal edilen haklarına kavuşmuştur.
Türk kadını, günümüzde siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatın her alanında aktif görev alabilmekte, bütün meslek dallarında (askerî okullar ve ordu dahil) görev yapabilmektedir. Kadınlarımızın çeşitli iş ve mesleklerden, parlâmento kürsüsüne, üniversite profesörlüğü, dekanlığı ve rektörlüğüne, yargıtay, danıştay üyeliğine kadar her türlü yurt hizmetinde çalışmaları, ATATÜRK'ün gerçekleştirdiği devrimler sayesindedir. Dünyada yargıtay üyeliğine seçilen ilk kadın da bir Türk kadınıdır. Hatta kadınlarımız ATATÜRK'ün açtığı bu yol sayesinde başbakanlığa kadar yükselmişlerdir.

Soyadı Kanunu

Herkesin ailece anılmasına yarayan öz adından sonraki ada, aile adına soyadı denir. Bütün uygar toplumlarda ailenin köklülüğünü belirten soyadları bulunmaktadır. Osmanlı devleti'nin son yıllarında; nüfus artışı, askerlik, tapu, nüfus, miras, adalet, eğitim gibi devlet işlerindeki yoğunluğu beraberinde getirmiş ve soyadının bulunmaması nedeniyle bu alanlarda sık sık karışıklıklar çıkmaya başlamıştır. 

Toplum ve devlet hayatında ortaya çıkan bu karışıklıklar 21 Haziran 1934'te çıkarılan "Soyadı Kanunu" ile giderilmiştir. "Soyadı Kanunu" ile her vatandaşın kendi öz adından başka, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıması kabul edilmiş, Türk inkılabının önderi Mustafa Kemal'e de TBMM tarafından 24 Kasım 1934'te çıkarılan bir kanunla "ATATÜRK" soyadı verilmiştir. Yine çıkarılan başka bir yasa ile ATATÜRK soyadının başkaları tarafından kullanılması yasaklanmıştır.

Ayrıca 1934'te çıkarılan bir kanunla lâkap ve unvanlar, sivil rütbe, nişan ve madalyalar kaldırılmış, ancak vatan savunması yolunda alınan nişanları taşımak serbest bırakılmıştır. Askerî bir rütbeyi belirten "paşa" kelimesi "general" olarak değiştirilmiştir. Böylece Osmanlı toplumunun sosyal tabakaları ortadan kaldırılmış ve insanların toplumda ve kanun önünde lakap ve unvanlarına göre sınıflara ayrılması engellenmiştir.